TOPLAMA KAMPI SENDROMU, EPİGENETİK VE AİLE DİZİMLERİ

HAZIRLAYAN : UZMAN PSİKOLOG EMEL FARZ

AİLE VE SİSTEM DİZİMCİSİ/TERAPİSTİ

AİLE/SİSTEM DİZİMLERİ EĞİTİMİNDE HAZIRLADIĞI BİTİRME TEZİDİR. İSİM VE KAYNAK BELİRTİLMEDEN İZİNSİZ KULLANILAMAZ. EMEĞE SAYGI AMACIYLA YAZININ BÜTÜNÜNÜ KOPYALAMAK YERİNE LİNKLERİN PAYLAŞILMASINI VEYA ALINTI YAPILMASINI RİCA EDERİZ.

1

ARTA KALANLAR

TOPLAMA KAMPI SENDROMU, EPİGENETİK VE AİLE DİZİMLERİ

Sovyet  Çalışma  Kampları’ndan

 “arta kalan”  büyük babam

ve onun kaderini takip

ederek, İkinci Dünya Savaşı’ndan

ve Alman Esir Kampları’ndan

“arta kalan” babam için…

Kasım 2011/ Ankara

2

“Hepimiz birbirimize bağlıyız. Hepimiz dolanığız. Aramızda gerçek bir ayrılık yok, bu yüzden bir başkasına yaptığımızı kendimize yaparız. Bu açıdan hiçbirimiz masum  değilizdir. Hoşumuza   gitmeyen  bir şey  olduğunda  ona  sırtımızı dönemeyiz,  çünkü  şu   ya da  bu şekilde  onun  yaratımına katılmışızdır.  Hepimiz için en iyi geleceği yaratabilmek adına kendi hayatımızda doğru olanı yapmaya çalışırız. Bu bizim yaratıcılardan biri olmamızın sorumluluğudur. Süreç içinde ister siyasetçi, ister ilahiyatçı, ister bilim adamı,  ister doktor olalım, hayata katkıda bulunabilir, onu elimizden geldiğince yükseğe çıkarabilir ve iyi olduğunu düşündüğümüz şeyleri yapabiliriz.  Bunun için hayat üzerine gerçekten düşünmemiz gerekiyor.    Diğer  bütün  insanların  bizim  erkek  ve  kız kardeşlerimiz olduğunu kabul ederek düşünüp, eyleme geçeriz. Hepsi bundan ibaret.”    Dr. William Tyler

3

DÜNYA’NIN RUH SAĞLIĞI

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre, dünya yüzeyindeki her 4 insandan biri, hayatının bir noktasında tedavi gerektirebilecek bir ruhsal hastalıkla karşı karşıya geliyor. Yani yapılan istatistikler, 4 kişilik bir ailenin herhangi bir ferdinin, hayatının bir noktasında akıl hastası olma olasılığının oldukça yüksek olduğunu göstermekte.

Yine yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, şu anda dünya üzerinde ruhsal hastalığı olan kişi sayısı 500 milyona ulaşmış durumda. Bu da şu anda, yaklaşık 7 kişiden birinin tedavi edilmesi gereken bir ruh hastalığı yaşadığına işaret ediyor.

Bu sonuçlara göre anlıyoruz ki, dünya nüfusunun neredeyse yüzde 40’ı hayatı boyunca bir ruh hastalığı nedeniyle çeşitli sıkıntılar yaşıyor.

· Dünya üzerinde en fazla yeti yitimine neden olan 10 hastalıktan 4’ünü,  görülme sıklığına göre sırasıyla depresyon, şizofreni, alkol-madde kullanım bozuklukları ve obsesif-kompulsif bozukluk olarak belirlenen ruhsal hastalıklar oluşturuyor. Epilepsi gibi ruhsal sağlığı etkileyen hastalıkların da artmakta olduğu rapor edilmiş.

İntihar da en önemli ruh sağlığı problemlerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Her 40 saniyede bir, dünyada bir kişi intihar ediyor.  İntihar edenlerin sayısı, her sene ortalama bir milyonu buluyor.

 Ruhsal sağlık problemleri her insan için pek çok soruna yol açıyor. Günlük hayatlarını ciddi şekilde etkiliyor, acı çekiyorlar.

Bütün bu verilere bakarak, dünya ruh sağlığı ciddi bir tehlike altında olduğunu söyleyebiliriz. Daha korkutucu olanıysa, WHO’nun gelecek tahminlerine göre, dünyada ruhsal sağlık bozuklukları artacak.

WHO’nun yaptığı diğer araştırma sonuçlarına göre,

 . Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, akıl hastalıklarından birine maruz kişilerin %75’inden fazlası herhangi bir tedavi görmüyor.

. Yüksek gelirli ülkelerde ya da düşük gelirli ülkelerde bu sorunlar var, gibi bir ayrım söz konusu değil. Herkesi, her ülkeyi etkiliyor ruhsal sorunlar. Ancak fakir ülkeler için durum daha zor. Çünkü orada tedavi açığı çok fazla oluyor.

. Yüksek gelirli ülkelerde, insanların üçte birinin tedavi almadığı tespit edildi. Ancak fakir ülkelerde bu oran yüzde 80’e kadar çıkabiliyor. Hatta bazı çok fakir ülkelerde nüfusun yüzde 1’i bile herhangi bir bakım, tedavi, hizmet alamıyor. Bir ülke ne kadar fakirse, ruh sağlığı üzerine o kadar az çalışma yapıyor. Zaten sağlığa ayıracağı bütçesi düşük olduğundan, ruhsal sağlık için ayırdığı yüzde de daha küçülüyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerde toplam sağlık bütçesinin sadece yüzde 2’si ruhsal sağlığa harcanıyor.

. Toplumsal eşitsizlikle ruh sağlığı arasındaki bağ, yüksek ve düşük gelirli ülkeler karşılaştırmasından ibaret değil. Hak ve imkânlardan yararlanma oranı aynı ülkenin şehirleri arasında da farklılık gösteriyor. Şehir-köy arasında adaletsizlikler var, hatta evden eve bile fark ediyor bu durum.

. Fakirlikle ruh hastalıkları arasında bir denklem var. Ruhsal sorunlar fakir kesimlerde daha fazla ilerliyor. Ruhsal sağlık fakirliği, fakirlik de ruhsal sağlık bozukluklarını tetikliyor, bu bir kısır döngü…

. Ruhsal sorunlarla ilgili yeterli ve kaliteli tedavinin sağlanması o ülkenin insan haklarındaki gelişmişliğiyle de bağlantılı. Mesela bazı ülkelerde, zincirle bağlanarak tedavi ediliyor hastalar. WHO, her ülkede ruh sağlığı hizmeti olmasını beklemiyor, ama kaliteli hizmet verilmesini önemsiyor. Bunu derken, pahalı teknoloji ve ilaçlar kastedilmiyor. Ruhsal sağlık problemi olanlara saygılı davranmak ve onların insan haklarını tanımakla işe başlanmalı, eşit yaklaşılmalı onlara, ayrımcılık olmamalı. Her vatandaşın hakkı neyse, ruhsal sorunu olan insan da aynı haklara sahip olmalı.

. Bir ülkenin sağlık sisteminin iyi olup olmadığı, ruhsal sağlığa ne kadar değer ve vakit ayırdığı sorgulanarak görülebilir. Çünkü çok açıktır ki,  ruhsal sağlık olmadan, sağlıklı olmaktan bahsedemeyiz.

. Dünya Sağlık Örgütü’nün hazırladığı rapora göre, dünyada fiziksel olmayan rahatsızlıklardan ötürü acil servislere başvurular son on yılda yüzde 5 artarak, yüzde 6’dan yüzde 11’e yükseldi.

. Ruh ve akıl sağlığına ilişkin sorunların yarısından fazlası 14 yaşından önce ortaya çıkıyor. Orta gelirli ülkelerde dört milyon çocuğa bir çocuk psikiyatristi düşüyor.

. Şizofreni hastalarının üçte biri, depresyon hastalarının yarısı ve alkol bağımlılığına bağlı hastalıklardan muzdarip olanların dörtte üçü, basit tedavilere erişemiyor.

. Önyargılar ruhsal rahatsızlıklarla boğuşan insanların tedavi almasını engelliyor ya da geciktiriyor. Genel kanının aksine, eğitim düzeyi yüksek kişilerde ve kentsel alanlarda önyargı daha yüksek.

. Dünyada psikiyatri hastalarına yönelik insan hakları ihlalleri çok yaygın. İhlallerin başında fiziksel şiddet, ayrımcılık, temel ihtiyaçların ve mahremiyetin görmezden gelinmesi var. Çok az ülkede akıl hastalarının haklarını net biçimde garanti altına alan yasal düzenlemeler bulunuyor.

. Ruh sağlığı alanında donanımlı personel son derece adaletsiz bir dağılım gösteriyor.

İnsanın fiziksel sağlığı da büyük ölçüde ruh sağlığıyla ilintili olduğu için, ruh sağlığımızdaki bu bozulmaların yol açtığı fiziksel rahatsızlıkları da ele alırsak, insanlığın oldukça zorlu bir dönemeçten geçmekte olduğunu anlayabiliriz. Gerek ruhsal gerekse fiziksel anlamda yaşanan bu sağlıksızlık elbette sadece ilgili kişileri etkisi altına almıyor.  “Sağlıklı” olarak nitelendirilen diğer grup da, tüm olup bitenden payını maddi- manevi almakta. Ailelerimizde, arkadaşlarımızın arasında ya da yakın çevrede yaşanan ruhsal sorunlar, her birimizi derinden etkiliyor. Bugün gelinen noktada artık hiç birimiz bu sorunları yok sayamayız ve kendimize, çocuklarımıza, gelecek nesillere daha iyi bir dünya yaratmanın yollarını bulmamız gerekiyor. Yaşanan sorunların sağaltımında, bilimin ya da eski psikoloji kuramlarının yetersizliğini artık göz ardı etmemiz mümkün değil. Herşey hızla o kadar çok değişti ki, artık eskiden işe yarayan yöntemlerin çoğu iflas etmiş durumda. Belki de insan şu anda küresel bir varoluş krizi yaşamakta. Tarifi zor bir boşluk duygusu, yaşamda bir anlam bulamama, korkular, kimliksizleştiren yaşam tarzları ve tüm bunlar karşısında yaşanan derin çaresizlik duyguları, artık dünyanın her yerinde çok sık karşımıza çıkıyor ve bildiğimiz yöntemlerle ne sorunları çözebiliyoruz, ne de olup biteni tam olarak anlayabiliyoruz.

Peki bu noktaya nasıl gelindi ya da daha doğrusu kendimizi bu noktaya nasıl getirdik?

4

Birkaç yüzyıl önce yapılan devrimlerle daha özgür, daha yaratıcı, daha sorgulayıcı insanların var olduğu, aydınlık bir dünya hayalleriyle yola çıkılmışken, bugün insanlık tüm teknolojik gelişmişliğine karşın, anlaşılamaz ve durdurulamaz bir öz kıyıma yönelmiş durumda. Elbette gelinen bu noktayı tek bir parametreyle açıklamak olanaksızdır ve aslında belki de insanoğlu “cennetten kovulup dünyaya sürüldüğünden beri” kendisinin doğadan ve diğer insanlardan ayrı olduğunu duyumsayarak, varoluşunu tamamen güçlü olma zorunluluğuna bağlamış durumda. Varlığını sürdürebilmek adına “öldür ya da öl” inancından hareketle, yok olma korkusu içinde, her şeyi kendi kontrolü altında tutmaya çalışan bir tür olarak kendi tarihini yazmış insanoğlu. Aslında “insanlık” tarihinin neredeyse bütünü, travmalardan oluşmuş koca bir fiyasko. İnsanoğlunun bugün içinde bulunduğu bu korkutucu durumun kökleri ta ilk insan’a kadar uzanıyorsa da, bu çalışmada sadece yakın tarihimizle ilgili olan araştırma sonuçlarına, verilere bakarak bazı çıkarsamalarda bulunmaya çalışacağım. 

TOPLAMA KAMPI SENDROMU

Yakın tarihe, yani son yüz yıllık kesite, şöyle bir dönüp baktığımızda, insanın modernleştikçe yalnızlaşmış ve kimliksizleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Toplumlar modernleştikçe, “akılcılık” her şeyin önüne geçti ve sistemlerin sağlıklı işlemesi adına, önlerine çıkan engelleri, sorunları çözmeye çalışmak yerine, bunları yok etmeye yöneldiler. Böyle bir “çözüm”, daha akılcı ve ekonomik görünüyordu. Sömürge durumundaki ülkeleri, sorun yaratmayacak şekilde dönüştürmek, bu ülkelerin hem doğal kaynaklarını hem insanlarını son derece akılcı yöntemlerle sömürmek, “gelişmiş, modern” ülkelerin başlıca varoluş ifadesi haline geldi. Öte yandan yine biliyoruz ki Almanya’da Nazi döneminden önce Sovyetler birliğinde, sorunları kökten yok etmeye yönelik “akılcı” bir yaklaşım uygulanarak, ”rejim karşıtları” ya da “farklı etnik gruplar”ın sürüldüğü ve soykırıma uğratıldığı yüzlerce çalışma kampı kuruldu ve bu uygulama ikinci dünya savaşı sonrasında da uzun süre devam etti. 5

Eldeki verilere göre  1917-1953 yılları arasında, Sovyet Komünist devletinde ölüm kampları olarak tanınan mecburi çalışma kamplarına, 5-10-20-25 yıllık tutsaklık cezasıyla sürgüne gönderilen milyonlarca kişi, hayatını kaybetti. Almanya’da ise Hitler döneminde kurulan toplama kamplarında; yine sayıları milyonları bulan ”politik karşıtların, suçluların, aşağılık ırkların, biyolojik olarak aşağılık, engelli olanlar”ın, çeşitli bilimsel ve modern yöntemlerle yok edildiklerini biliyoruz. Ve elbette Japonya’ya atılan atom bombası, sadece Japon halkını değil yeryüzünde yaşayan tüm canlıları çok derinden yaralayan bir felaket olarak tarih sayfalarında yerini aldı. Bunlar, yakın tarihimize en acı damgaları vurmuş olan olaylar ama tabii ki burada anılmayan, bildiğimiz ya da bilmediğimiz daha nice travmatik tarihler yazdı insanoğlu.  İşin acı yanı, farklı olanı yok ediş, soykırım, günümüze kadar uzanmış bir bela olarak hala hayatlarımızın içinde. Dünya bütün bu olup bitenlere o sıralar nasıl seyirci kalıp, hatta taraf tutup bir çeşit iş birliği içine girdiyse, bugün de aynı tutumun sürdürüldüğünü söyleyebiliriz.  Dahası “modern” insan, artık savaşları ve katliamları naklen televizyonlardan izleme “şansına” da sahip. Sanki hepimizin yürekleri kör bir kuyuya hapsedilmiş… sanki tüm şefkat ve acıma duygusunu hissetmemizi sağlayan sinirlerimiz alınmış… sanki sevgi’nin ne olduğunu hiç bilmemişiz, hiç yaşamamışız… Hepimiz maç seyreder gibi televizyonların başına kilitlenip, “az sonra” ekranlara gelecek olan kıyımları izlemeyi bekler hale geldik.

Burada, “bize neler oluyor” sorgulamasına tekrar dönersek, yukarıda saydığım tarihsel felaketlerde ölmeyip, bir şekilde sağ kurtulan, “arta kalan” insanların durumundan bahsetmek istiyorum. “Arta kalanların” durumlarını tam olarak anlamamız hiçbir zaman mümkün olamasa da, zihnimizde çeşitli bağlantıları oluşturmamıza yardımcı olabilir. Kendileri de toplama kamplarında belirli süreler kaldıktan sonra kurtulabilen, Viktor Frankl,  Elia Cohen,  Bruno Bettelheim  gibi pek çok Ruhbilimci vardır.

????????????????Bu ruhbilimcilerin kamp yaşantısıyla ilgili verdikleri bilgiler ve bizzat kendi deneyimleri içinde yaptıkları gözlemler, böylesine bir tutukluluğun ne anlama geldiğini, dışarıdaki bizlerin biraz olsun anlamasını sağlamaktadır. Bu bilgilerden yararlanarak, Toplama Kampı yaşantısı sırasında, tutukluların ruhlarının ölümüne yol açan durumları kabaca şöyle özetleyebiliriz:

. Kaba fiziksel-biyolojik şiddet; sürekli açlık; biyolojik-ruhsal tükenme; sürekli ölüm tehdidi altında yaşama zorunluluğu; sürekli maddi-manevi terör; ayıklanma (seleksiyon) tehdidi; yoğun korku; ağır çalışma koşulları; barbarca cezalandırılmalar…

. Hiçbir insanca ilişkinin, anlaşma, tartışma, soru sorabilme ve bunlara mantıksal yanıtlar alabilme olanağının bulunmadığı ilkel koşullarda yaşama zorunluluğu…

. İnsanların yaşam öykülerinden, tarihten, toplumdan, zamansal, mekansal, kültürel ve insanlar arası ilişkilerden kopartılması…

. Bu koşullarda yaşayan insanların hissettikleri tümüyle güçsüzlük, çaresizlik, yalnızlık, değersizlik duyguları ve bu duyguların sürekliliği…

.  Uygulanan sürekli aşağılamalar sonucunda kişiliğin yitirilmesi…

.  Geleneksel mantığın ve düşünme biçimlerinin tümüyle ortadan kalkması sonucu, benliğin kendisini boşlukta hissetmesi…

.  Tutukluların büyük bir çoğunluğunun yakınlarını yitirmelerinin sonucu ortaya çıkan çöküntü; ruhsal yıkım; yalnızlığın,”arta kalmanın” getirdiği ağır suçluluk duygusu…

.  Alışılagelinmiş norm sistemlerinin yok edilmesi; “yeni düzenin” norm sistemlerinin şiddet yoluyla özümletilmeye çalışılmasının getirdiği çok yönlü ruhsal çözülme…

.  Benlik bilincinin, kimliğin sistemli ve sürekli tahribi, parçalanması…

Çok yüzeysel olarak özetlenen bu tutukluluk yaşantısı sonucunda, kişilerde tespit edilen “ruhsal ölüm”ün, toplama kampı yaşantısıyla bağlantılı ağır bir kişilik değişikliği içerdiği görülmüştür.????????????????

Toplama kamplarında yaşadıktan sonra kurtulan ruhbilimciler, tutuklulardan arta kalabilenlerin ruhsal yaşamlarındaki çok önemli bir değişikliğin de, tutukluların “özgürlüklerine kavuştukları” zaman başladığını söylemişlerdir. Ruhbilimci Viktor Frankl, bu özgürlük gününü şöyle anlatıyor: “…..kamp çevresini özgür insanların gözüyle ilk kez görmek istiyorduk. “Özgürlük”. Bu sözcüğü kendi kendimize tekrarladık ama anlamını kavrayamıyorduk. Bu sözcüğü yıllar boyunca o kadar çok kullanmış, buna ilişkin o kadar çok hayal kurmuştuk ki, anlamını yitirmişti. Gerçekliği bilincimize işlemiyordu, özgür olduğumuz gerçeğini kavrayamıyorduk.

Çiçeklerle dolu çayırlara ulaştık. Orada olduklarını görüyor, kavrıyorduk. Ama buna ilişkin içimizde hiçbir duygu yoktu. Rengareng tüylü bir kuyruğu olan bir horozu görünce ilk neşe kıvılcımını yaşadık. Ama bu sadece bir kıvılcım olarak kaldı; henüz bu dünyaya ait değildik………Her şey tıpkı rüyalardaki gibi gerçekdışı, gerçeğe aykırı görünüyordu. Gerçek olduğuna inanamıyorduk. Geçen yıllarda rüyalara nasıl da kanmıştık! Özgürlük gününün geldiğini, özgürlüğümüze kavuştuğumuzu, evlerimize döndüğümüzü, dostlarımızı selamlayıp, karılarımızı kucakladığımızı, masanın başına oturup başımıza gelen her şeyi anlattığımızı düşlerdik; özgürlük gününü rüyalarımızda ne kadar sık görürdük! Derken uyanış işareti olan tiz bir düdük sesi kulaklarımızda çınlamış ve özgürlük rüyalarının sonu gelmişti. Rüya gerçek olmuştu. Ama gerçekten inanabildik mi?”  Frankl, özgürlüğüne kavuştuktan birkaç gün sonra kamp yakınlarında uzun bir yürüyüş yapar “… olduğum yerde durdum, çevreme, sonra gökyüzüne baktım ve diz çöktüm. O anda kendim ya da dünya hakkında hiçbir şey bilmiyordum, aklımda tekrarlayıp durduğum tek bir cümle vardı: ‘daracık hücremden Tanrı’ya yakardım, o da bana özgürlükle yanıt verdi.’ Orada diz çökmüş halde ne kadar kaldığımı ve bu cümleyi kaç kere tekrarladığımı artık anımsamıyorum. Ama biliyorum ki o gün, orada, o saatte yeni yaşamım başlamıştı. Ta ki yeniden insan olana kadar adım adım ilerledim.” “Kampta hepimiz birbirimize dünyadaki hiçbir mutluluğun, çektiğimiz acıları telafi edemeyeceğini söylemiştik. Mutluluk beklemiyorduk; bize cesaret veren, acımıza, özverimize ve ölümümüze anlam veren bu değildi. Yine de mutsuzluk için hazır değildik………..Yıllar boyunca, olası her türlü acının mutlak sınırına ulaştığını düşünen bir insan, şimdi acının sınırı olmadığını ve daha çok, daha yoğun acılar çekebileceğini anlıyordu…….özgürlüğüne kavuşan tutukluların her birinin, geriye dönüp, kamp deneyimlerine baktıkları zaman, onca şeye nasıl katlandığını artık anlayamayacağı bir noktaya ulaştığı gün geliyordu. Tıpkı her şeyin güzel bir rüya gibi gözüktüğü özgürlük gününün gelişi gibi, kampta yaşanan her şeyin bir kabus gibi görüneceği gün de gelecekti.” Ve aynen Viktor Frankl’ın saptadığı şekilde, dalgıçların hızla su yüzüne çıktıklarında yaşadıkları felç edici vurgun gibi, toplama kampı tutukluları da özgürlüklerine kavuştuktan bir süre sonra, uzun süreler baskı altında tutulmuş ruhsal sorunlar, büyük patlamalarla dış dünyaya yansıtılmaya başlanmıştır. Genel gözlem, eski tutukluların, “normal” yaşama kavuştuktan sonra, son derece trajik bir sessizlik dönemi yaşadıkları ve bunun 8-10 yıl kadar sürdüğüdür. Bu süreçte eski tutukluların yine olağan üstü bir gayretle her şey normalmiş gibi yaşamaya çalıştıkları gözlemlenmiş ancak bir süre sonra tüm bastırılmış duygular, sonunda büyük patlamalar ve çeşitli görünümlerle ortaya çıkmaya başlamıştır.

2. Dünya savaşının sona ermesiyle, toplama kamplarının kapılarının açılıp, burada tutuklu bulunan insanların özgürlüklerine kavuşmalarının üzerinden 60 yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bu eski tutuklulardan hala sağ olanların gösterdikleri ruhsal bozukluklar, kişilik değişiklikleri, psikosomatik tepkiler azalmadığı gibi, tam tersine artarak devam etmektedir. Öte yandan bu durumun sadece eski tutukluları kapsayan bir durum olmaktan öteye geçip, bu insanların çocuklarına ve torunlarına da  aktarıldığı gözlemlenmektedir.

Toplama kampı tutuklularının özgürlükten sonra baş etmek zorunda kaldıkları bu ağır tablo, dünyanın her yerindeki  ruhbilimciler tarafından ele alınmaya başlandı ve ilk kez Danimarka’lı Ruhbilimci Knud Hermann, 1953 yılında, toplama kamplarından kurtulan tutuklularda sıklıkla görülen bedensel, entellektüel ve ruhsal bulguların artık,  “Toplama Kampı Sendromu” adı altında toplanmasının uygun olacağını öne sürdü ve bu öneri bugüne kadar genel bir kabul görmüştür. Bazı araştırmacılar, bu ağır tutukluluk yaşantısına maruz kalan kişilerde “ruhun ölümü” olarak adlandırılabilecek bir durumun meydana geldiğini belirtmişlerdir.

Toplama Kampı Sendromu’nda görülen kimi ruh sağlığı bozukluklarının yoğunlaşma noktaları da, 1975 yılında, Münih Max Planc Enstitüsünden Matussek tarafından gruplandırılmıştır. Matussek’in geniş bir kaynak taraması sonucunda oluşturduğu bu gruplama şöyledir:

. Depresif görünümler (Suçluluk duygusu, intihar eğilimleri, hüzünlülük hali, geri çekilme, kronik depresyon.)

. Astenik durumlar (İlgisizlik, güçsüzlük, insiyatifsizlik, yorgunluk, tükenmişlik, canlılığın azalması.)

. Duygu-heyecan bozuklukları (Çabuk heyecanlanma, duygusal dengesizlikler, çabuk öfkelenme ya da aşırı duygusuzluklar, kızgınlıklar, duygusal küntlükler.)

. Korku durumları (Panik türü korkular, fobik tepkiler, karabasanlı düşler, uyku bozuklukları, yaygın huzursuzluklar)

. Entelektüel alandaki Şikayetler (Anımsama zorlukları, unutkanlıklar, konsantrasyon zorlukları, dikkatin azalması.)

.  Toplumsal Yaşamı Kapsayan Şikayetler (Yalıtlanma-izolasyon-, insanlar arası ilişkilerin bozulması, toplumsal yaşamın pek çok alanlarından geri çekilme.)

. Benlik Bilinci Bozuklukları (Aşağılık duyguları, kendine güvensizlik, yetmezlik duyguları, kimlik bunalımları, kendi benliğini olumsuz, değersiz değerlendirme eğilimleri.)

.  Paranoid Düşünceler (Güvensizlik, kuşku, gereksiz yere, çevresindekilere düşmanca duygular besleme.)

Ayrıca bunlara ek olarak, bu eski tutukluların çok büyük çoğunluğunda çeşitli fiziksel rahatsızlıklar ve şikayetler de görülmektedir.

Dünyanın içinden geçtiği bu travmatik süreçte, tutuklanmayıp, hep kaçak yaşamak zorunda kalan kişiler de olmuştur. Yapılan incelemelerde, bu kişilerin de Mini Toplama Kampı sendromu yaşadıkları, benlik bilinçlerinin diğer gruba göre daha az örselenmiş olduğu ancak bunlarda da genel kronik depresyon, çeşitli psiko-somatik şikayetler, uyku sorunları, entellektüel kapasitede azalma durumları tesbit edilmiştir. Öte yandan yaşananlar,  bütün bunların “dışında kalıp”, bir yakınının, arkadaşının ya da sadece “insanların” başına gelenleri izlemek durumunda kalan, bunlara şahit olan milyonlarca insan için de,  kendilerine ifade ettiği anlam çerçevesinde, oldukça güçlü travmalar olarak yaşanmıştır. Bu kişiler de aslında şans eseri “arta kaldıklarının” içten içe farkındadırlar. Unutmayalım ki yaşam başımıza gelenlerden çok, yaşantılara yönelik algılarımızdan ibarettir. Bu bağlamda, seyirci olarak da “arta kalan” milyonlarca insan olduğunu tahmin etmek çok zor değil.  8

Travma, DSM-IV’te “kişinin gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kişinin fiziksel bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşaması ya da başka bir kişinin ölümüne veya ölüm tehdidi altında kalmasına, yaralanmasına ya da fizik bütünlüğüne bir tehdit oluşturan bir olaya tanıklık etme veya ailesinden birinin ya da başka bir yakınının beklenmedik ölümünü veya şiddete maruz kalarak öldürülmesini, ağır yaralanmasını, ölüm ya da yaralanma tehd idi altında kaldığını öğrenmesi ve kişinin yoğun korku, çaresizlik ya da dehşet ile tepki vermesi”  olarak tanımlanmaktadır. Yaşanan bir travmanın ardından bireylerin yaşadığı çeşitli ruhsal sıkıntılar da Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak sınıflandırılmıştır.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu ile igili olarak, DSM-IV’de son şeklini alan tanı ölçütleri aşağıdaki gibidir:

A. Aşağıdakilerden her ikisinin de bulunduğu bir biçimde kişi travmatik bir olayla karşılaşmıştır:

(1)    Kişi gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kendisinin ya da başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiştir.

(2)    Kişinin tepkileri arasında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme vardır (Çocuklar bunların yerine dezorganize ya da ajite davranışla tepkilerini dışa vurabilirler).

B. Travmatik olay aşağıdakilerden biri (ya da daha fazlası) yoluyla sürekli olarak yeniden yaşanır.

(1)     Olayın, elde olmadan tekrar tekrar anımsanan sıkıntı veren anıları; bunların arasında düşlemler, düşünceler ya da algılar vardır (Küçük çocuklar travmanın kendisini ya da değişik yönlerini konu alan oyunları tekrar tekrar oynayabilirler).

(2)      Olayı, sık sık, sıkıntı veren bir biçimde rüyada görme (Çocuklar içeriğini tam anlamaksızın korkunç rüyalar görebilirler).

(3)     Travmatik olay sanki yeniden oluyormuş gibi davranma ya da hissetme (uyanmak üzereyken ya da sarhoşken ortaya çıkıyor olsa bile, o yaşantıyı yeniden yaşıyor gibi olma duygusunu, illizyonları, hallüsinasyonları ve dissosiyatif “flashback” epizodlarını kapsar).

(4)     Travmatik olayın bir yönünü çağrıştıran ya da andıran iç ya da dış olaylarla karşılaşma üzerine yoğun bir psikolojik sıkıntı duyma

(5)     Travmatik olayın bir yönünü çağrıştıran ya da andıran iç ya da dış olaylarla karşılaşma üzerine fizyolojik tepki gösterme.

C. Aşağıdakilerden üçünün (ya da daha fazlasının) bulunması ile belirli, travmaya eşlik etmiş olan uyaranlardan sürekli kaçınma ve genel tepki gösterme düzeyinde azalma (travmadan önce olmayan).

(1)   Travmaya eşlik etmiş olan düşünce, duygu ya da konuşmalardan kaçınma çabaları

(2)   Travma ile ilgili anıları uyandıran etkinlikler, yerler ya da kişilerden uzak durma çabaları

(3)    Travmanın önemli bir yönünü anımsayamama

(4)   Önemli etkinliklere karşı ilginin ya da bunlara katılımın belirgin olarak azalması

(5)    İnsanlardan uzaklaşma ya da insanlara yabancılaştığı duyguları

(6)    Duygulanımda kısıtlılık (örneğin sevme duygusunu yaşayamama)

(7)    Bir geleceği kalmadığı duygusunu taşıma (örn. Bir mesleği, evliliği, çocukları ya da olağan bir yaşam süresi olacağı beklentisi içinde olmama).

D. Aşağıdakilerden ikisinin (ya da daha fazlasının) bulunması ile belirli, artmış uyarılmışlık semptomlarının sürekli olması:

(1)    Uykuya dalmakta ya da uykuyu sürdürmekte güçlük

(2)    İrrabilite ya da öfke patlamaları

(3)    Düşüncelerini belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırmada zorluk çekme

(4)    Sürekli tetikte olma ya da aşırı ihtiyatlı olma hali

(5)    Aşırı irkilme tepkisi gösterme

E. Bu bozukluk (B, C ve D tanı ölçütlerindeki semptomlar) 1 aydan daha uzun sürer.

F. Bu bozukluk, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da işlevselliğin önemli diğer alanlarında bozulmaya neden olur.

BELİRTİLER VE BULGULAR

1-Genel Görünüm ve Davranış: Hasta aşırı telaşlı ve kaygılıdır. Normalde aldırış edilmeyecek uyaranlara karşı aşırı derecede duyarlıdır ve en küçük uyaranlarla irkilme tepkisi gösterir. Yerinde duramayacak kadar huzursuzluk belirtileri olabilir. Ellerde büyük titremeler görülebilir.

2-Konuşma ve İlişki Kurma: Belirgin bir bozukluk yoktur; fakat aşırı bir telaş ve duyarlılık nedeni ile hasta uyarıcı durumlardan kaçınmak isteyebilir. Bazı hastalarda, ilişkilerde bir duygu azalması, ilgisizlik ortaya çıkabilir.

3-Duygulanım: Duygulanımda bunaltı egemendir. Travmatik olay anımsandıkça, rüyalar tekrar yaşandıkça hastanın sıkıntısı artar. Çok huzursuz ve tedirgin olur. Bunaltı çok uzun sürerse bazen depresyon gelişebilir, Bu hastalarda sıklıkla kişiler arası ilişkilerde ilgi azalması ve duygusal uyuşukluk olur.

4-Bilişsel Yetiler: Travmatik olayla ilgili anılar için bellek çok güçlenmiş, fakat başka olaylara karşı ilgi ve dikkat azalmıştır. Eğer kazada kafa travması da olmuşsa bellek ve yönelim bozukluğu görülebilir en tipik belirti olayın sık sık anımsanması ve her anımsanışta yeni baştan yaşanıyor gibi olmasıdır. Olayın yineleyici biçimde anımsanması düşlerde olur. Kişi travmatik olayı düşlerinde aynı biçimde sık sık görür korkuyla uyanır. Algılama ileri derecede artmıştır. Hafif uyaranlar şiddetli algılanır; irkilme tepkisi doğurur; dikkatin belli bir konuda tutulması güç olabilir. Yönelimde bozukluk yoktur. Çok ağır durumlarda şaşkınlık, zihin karışıklığı ve yönelim bozukluğu olabilir.

5-Düşünce Akımı ve İçeriği: Düşünce akımında genellikle belirgin bozukluk yoktur. Düşünce içeriğinde olayın yineleyici olarak anımsanması hastayı çok tedirgin eder. Hasta olayı unutmak, düşünmemek ister; bunun için çabalar, fakat travmatik olay bütün sahnesiyle ayrıntılarıyla tekrar tekrar düşüncede yaşanır. Travmatik olayı anımsatan ya da simgeleyen uyaranlarla belirtiler daha da şiddetlenir. Bunların yanı sıra hastada suçlanma, çevreyi suçlama, hipokondriyak uğraşlar, gelecek kaygıları bulunmaktadır.

6-Fizik ve Fizyolojik Belirtiler: Korku ve bunaltıya ilişkin bütün fizik ve fizyolojik belirtiler vardır. Organizma sürekli bir uyarılış içinde irkilmeye hazır durumdadır. Ayrıca, travmatik olay düşlerde sık sık yinelendiğinden uyku çok bozulur. Hatta bu düşleri görmemek için hasta bilinçli olarak uykusunu önlemeye çalışır.

7. Disosiyatif Belirtiler: Disosiyatif yaşantılar genel olarak, iki ya da daha fazla zihinsel işlemin, bilinçten kopması ve/veya kendi içindeki bütünlüğünü yitirmesi, kişinin duygu ve düşünceleriyle ilgili farkındalığının azalması ve kişinin bu konudaki farkındalıktan kaçınması olarak kavramsallaştırılmaktadır. Bu yaşantıları kısaca, travmatik olaylarla ilgili anıların “kompartımanlara” ayrıldığı bilinç bölünmesi olarak tanımlamak mümkündür. Disosiyatif yaşantılar, travma sonrası stresin temel bileşenlerinden ya da göstergelerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Travma sırasında ya da travmadan hemen sonra ortaya çıkan disosiyatif yaşantılar, travma sonrası stresin çeşitli formlarıyla ilişkilendirilmektedir. Disosiyatif durumlara geriçakmalar (flashbacks) eşlik edebilir ve normal algısal, bilişsel ve motor işlevlerin bozulduğu gözlenir.

Disosiyatif yaşantıları üç temel grupta toplamak mümkündür:

1-       Çevrenin daha fazla ya da daha az farkında olunması,

2-       Ayrı ve birbirinden bağımsız kişilikler geliştirilmesi,

3-      Travma sırası disosiyasyon (Travma sırasında ortaya çıkan ve başedilemeyen duygusal yaşantılar, olayın içeriğinin ve izlerinin kişi tarafından absorbe edilmesini zorlaştırır. Süregen bir zafiyet yaratan enerji kaybına yol açar. Tarihsel yaklaşım bağlamında, ortaya çıkan duygusal yanıtın niteliği ve şiddetinin, travmanın kendisinden çok bu travmayla ilişkili olarak yaşanan öznel tepkilerle bağlantılı olduğu düşünülmüştür. Rahatsızlık veren ve istenmeyen duyguların, disosiyasyon yoluyla unutulması süreklilik kazanmalarına yol açar. Bu tip olgularda kişiler, travmanın olgusal içeriğini anımsayarak anlatamazlar. Bu yüzden travma ile ilgili olumsuz duygular çözümlenemez ve süreklilik kazanır. Ancak travma ile ilgili bedensel ve ruhsal belirtiler, kendiliğinden ve/veya anımsatan-benzeşen ortamlarda yeniden canlanır. Benzer şekilde bir çok travma kuramcısı, travma sırası disosiyasyonun ve travmadan hemen sonra gözlenmeye başlanan disosiyasyonun, travmatik olayın etkilerini bütün şiddetiyle yaşamamak için kullanılan bir savunma olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Disosiyatif belirti gösteren TSSB hastaları, içinde bulundukları durumdan belli bir süre koptuklarını, bazen de olup bitenleri herhangi bir acı ya da gerginlik yaşamadan, dışarıdan gözleyebildiklerini söylemektedirler. Bu şekilde düşünüldüğünde, disosiyatif yaşantıların gerçekten de o andaki ağır şartlara rağmen, kişinin işlevselliğini devam ettirebilmesi açısından, önemli ve işlevsel bir düzenek olabileceği dikkat çekmektedir. Kişi, disosiyatif yaşantıyla kendine başka bir “oluş hali” yaratarak durumdan bilişsel ve duygusal olarak kaçmaktadır. Sözü edilen bu oluş hali de savaş ya da kaç tepkisinde olduğu gibi, temelde korunma amaçlıdır.

GEÇ BAŞLANGIÇLI TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU

Nadir görülür ve çalışmalarda, özellikle gazilerde ve küçük yaşta cinsel tacize uğrayanlarda belirgin olarak rastlanmıştır. Anlaşılması güç olmakla birlikte tablo, travmadan 30-40 yıl sonra yeniden alevlenebilir. Ya da ortaya çıkabilir. Bu olgularda bir tetikleyicinin orijinal travmanın çözülmemiş yönlerini aktif hale getirdiği düşünülmektedir. Ayrıca, çalışma ve fiziksel aktivite gibi travmatik olayın başarılı bir şekilde inkarını kolaylaştıran başa çıkma mekanizmalarının, emeklilik veya fiziksel hastalık gibi nedenlerden dolayı işlememesi sonucu mevcut olayın yeniden canlandığı düşünülmektedir.

Toplama Kampı Sendromu’nda bu yukarıda sayılan belirtilerin bir çoğu çok şiddeti bir şekilde yaşanmakta ve kişilerin hayatlarının sonuna kadar şiddeti azalmadan devam etmektedir ve daha önce de belirtildiği gibi, sorunlar arta kalanların çocuklarına ve torunlarına da aktarılmaktadır.

SONRAKİ KUŞAKLARIN DURUMU

9

1960’ların başlarında, eski toplama kampı tutuklularının çocuklarında önemli ruhsal sağlık sorunlarının görüldüğü bildirilmeye başlandı. Bu insanların oluşturdukları aileler içinde giderek artan oranlarda genel bir depresyonun, duygusal küntlüğün ya da heyecansal tutarsızlıkların, ilgisizliğin ve çeşitli dengesiz davranışların geliştiği gözlemleniyordu. Artık ikinci Kuşağın, yani Mayıs 1945’den sonra doğmuş, kendileri bu tür yaşantıları görmemiş, yaşamamış ancak bunları ana-babalarından ya da yakın çevrelerinden öğrenmiş çocuklar kast edilmekte. Tutukluların kurtuluştan sonra sergiledikleri ruh sağlığı bozukluklarının, dünyanın neresinde olursa olsun büyük bir benzerlik göstermesi gibi, ikinci kuşakta yaşanan sorunlar da birbirlerine inanılmaz bir şekilde benzemektedir.

Bu çocuklar, çok karmaşık ve bozuk aile dinamiklerinin sürdüğü ailelere doğmuşlar ve doğdukları andan itibaren, hatta biliyoruz ki aslında doğmadan önce, farklı bir örselenmenin etkisi altında kalmışlardır. Anne-babaların örselenmişlik derecesinin, aile yapısının şekillenmesini doğrudan etkilediği gözlenmiştir.

. Örneğin, ana ve babanın her ikisinin de eski toplama kampı tutuklusu olmaları ve yine her ikisinin de daha önceki eşlerini ve çocuklarını bu tür kamplarda, tutuklamalarda, savaşlarda yitirmelerinden sonra oluşturdukları “yeni” ailelerin iç dinamiğinin çok bozuk olduğu gözlenmiştir. Bu tür ailelerin, özellikle ilk çocuklarının ruh sağlıkları ciddi derecede bozuktur.

. Anne ya da babadan birisinin eski tutuklu olması durumunda ise, aile içi ortam, bir öncekine göre biraz daha “yaşanabilir” olmaktadır. Ve bu durumdaki ikinci bir gözlem de, annenin eski tutuklu olmasının, babanın eski tutuklu olmasına göre, daha fazla olumsuz etkisi olduğu yönündedir. Eski tutuklu kadınların, tüm olumsuz ruhsal durumlarını, daha gebeliğin ilk anından itibaren çocuklarına aktardıkları tespit edilmiştir.

. Anne babalar çocuklarına başka insanlardan korkmayı ve güvensizlik duygusunu aktarmış ve bu duygunun aile içinde, kuşaktan kuşağa artarak varlığını sürdürdüğü görülmüştür.

. Anne-babaların kamplarda ya da savaşta, yakınlarının ve özellikle de çocuklarının ölmesinden kaynaklanan suçluluk duygularını, ikinci kuşak çocuklar, çok doğal bir görev gibi üstlenmişlerdir.

.  Yaşam-ölüm teması, bu ikinci kuşak çocuklarının en temel değer, norm sistemlerini oluşturmaktadır.

.  Suçlu/suçsuz, izleyen/izlenen, tutuklayan/tutuklanan ve benzeri ikilemler, bu çocukların sadist/mazoşist bir duygu dünyasına hapsetmiştir.

.  Ana babalarının eski anılardan oluşan aşırı örseleyici fantezi dünyası, bu çocuklar tarafından çok küçük yaşlardan itibaren özümsenmeye başlamıştır. Çocuklar pasif alıcılar olarak, ana-babalarının yaşam öykülerini, hüzünlerini, öfkelerini, saldırganlıklarını olabildiğince içselleştirmişlerdir.  Ana- babalarının yaşadığı olağanüstü durumlar, onların, çocuklarının gözünde ulaşılması olanaksız, kutsal yerlere konmasına neden olmuştur ve bu durumda çocuklar onları üzmemek, yeni sinir krizlerinin gelmesini önlemek adına, ellerinden gelen tüm özverileri göstermişlerdir.

.  Anne-babaların yaşadıkları gerçekler, kimi zaman bu çocuklar tarafından kendi öz-fantazileri olarak yeniden üretilmişlerdir. Anne-babalarının çıplak gerçek olarak yaşadığı olağanüstü durumları çocuklar, fantezilere dönüştürerek yaşatmaya devam etmişlerdir. Hatta bazı çocuklar bu fantezileri tümüyle içselleştirip, onları kendi gerçekleri gibi algılamaya ve buna göre yaşamaya başlamışlardır. Bunun sonucunda da tahmin edileceği üzere bu çocuklar da ana babaları kadar acı çeker durumlara gelmişlerdir. Çocuklar kimi zaman ana babalarının yaşam öykülerini, kendi yaşam öyküleriymiş gibi algılamaya hatta olanları “anımsamaya” başlamış, kendi benliklerinin sınırlarını, ana-babalarını, onların yitirdikleri yakınlarını, ölen çocuklarını da içine alabilecek boyutlarda genişletmişlerdir.

. Bu çocukların bir kısmında, ana-babanın yaşadığı acı verici deneyimlerin fantezileri giderek hezeyan halini almış, gece kabusları, gündüz düşlerine dönüşmüş ve ardından izlenme kuşkuları ve hezeyanları sonucunda çeşitli psikotik durumlar gözlenmiştir. 10

.  Kız çocukların önemli bir bölümünde adet düzensizlikleri, bir kısmında ömür boyu adet görmeme ve cinsel isteksizlik saptanmıştır.

.  Ana-babanın, arta kalmış olmaktan dolayı taşıdıkları suçluluk duygusu, ikinci kuşak çocuklarda, yetişkin yaşlarda bile kendi yaşamlarını kurabilme adına ailelerinden ayrılamama şeklinde sürmüştür. Dış dünyaya ve başkalarına karşı büyük bir önyargıyla hissettikleri korku, onların erken yaşta kendilerini yalıtlamalarına ve geri çekilmelerine sebep olmuştur.

.  Polonya’da yapılan bir araştırmada bu çocukların en az üçte birinde; gelişme, olgunlaşma eksiklikleri, kişilik bozuklukları, topluma uyum zorlukları, alkolizm, kriminal eğilimler, arkadaşlarla sürekli geçimsizlik, öğrenme bozuklukları, arkadaşsız kalma, yalnız yaşama durumları görülmüştür. Bu çocukların çok belirgin oranlarda eğitim düzeylerinin düşük olduğu, toplumsal rollerde, görevlerde aşağı düzeylerde kaldıkları, meslekleri ve yaşamla ilgili mutsuzluk içinde oldukları tespit edilmiştir.

.  Bu durumdaki çocuklara sıklıkla; depresyon, paranoid-sınırda kişilik, atipik şizofreni, narsistik kişilik gibi tanılar konmuştur.

.  Yine Polonya’da yapılan araştırmalar, bu bulguların ikinci kuşağın çocuklarında (arta kalanların torunlarında) da görüldüğüne işaret etmektedir. Henüz bu alanda çok sayıda araştırma bulunmamasına rağmen, yapılmış olan kısıtlı sayıdaki çalışmalarda, üçüncü kuşağın da ciddi ruhsal sağlık sorunları yaşamaya başladığı görülmektedir. 11

Sonuç olarak, yaşanan bu küresel travmaların, en az üç kuşağı ciddi bir olumsuzlukla etkilediğini söyleyebiliriz. Bu demektir ki, gerek bu felaketi (kurban ya da fail olarak) bizzat deneyimleyip arta kalarak; gerek şans eseri felaketin dışında kalarak; gerek bu insanların çocukları gerekse torunları olarak şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan en yaşlımızdan en gencimize her birimiz, yaşanan her şeyi, az ya da çok, içimizde taşımaktayız ve bunların tümü daha sonraki kuşaklara da aktarılacak…  Bunu artık biliyoruz, çünkü insan davranışı ve genler üzerinde yapılan son bilimsel çalışmalar, yaşanan anıların, özellikle de travmatik olanların izlerinin, kuşaktan kuşağa hiç değişmeden aktarıldığını gösteriyor. Bütün bu gözlemlerin bize verdiği ipucuyla baktığımızda da, dünya’nın bugünkü ruh hali’nin nasıl bu noktalara geldiğini kolaylıkla anlayabiliriz.

Bu karamsar tablo içinde yaşam, neyse ki sürekli değişerek, akmaya devam ediyor…Ve karanlığa yakılmış mumlar gibi, küçük küçük ama bir araya toplandığında muazzam bir aydınlık yaratacak buluşlar, “aslında kim olduğumuzu” anlamamızı sağlayacak uyanışlar da hızla dünya tarihi senaryosundaki yerlerini almaya başladı.

EPİGENETİK İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR

DNA’mız –özellikle İnsan Genom Projesi ile belirlenen 25,000 gen– şimdi yaygın şekilde insan bedeni için talimat kitabı olarak kabul ediliyor. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar göstermektedir ki, nesilden nesile aktarılan şey sadece genlerimiz değil. Genlerimizi doğrudan etkileyen , hangi genlerin açık hangilerinin kapalı olacağını; nerede ve nasıl ifade edileceklerini yöneten ve çevresel faktörlerden etkilenen bir mekanizma var. Yani genlerin ifade edilebilmeleri için bazı talimatlara  gereksinimleri var ve bu talimatlar çevresel etkilere göre değişiklik gösterebiliyor. Kısaca bu mekanizmaya Epigenom, bunu inceleyen bilim dalına da Epigenetik adı veriliyor. Biraz daha açacak olursak, Epigenetik; DNA dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan, ama aynı zamanda ırsi olan (yani nesilden nesile aktarılan), gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bir bilim dalı. Bu gen ifadesi değişiklikleri  hücreyi ya da organizmayı doğrudan doğruya etkilediği ve nesilden nesile aktarıldığı halde, DNA dizisinde hiçbir değişiklik olmamaktadır.

12Bu keşifteki en şaşırtıcı durum, çevreden gelen epigenetik sinyallerin bir nesilden sonraki nesile, bazen birkaç nesile, tek bir gen sıralaması değişmeden aktarılabilmesidir.

Daha önceleri yapılan genetikle ilgili çalışmalarda, örneğin cinsiyet hücrelerinin DNA’sında, genetik dizilişleri değiştiren radyasyon gibi çevresel etkilerin, sonraki nesillerde bir iz bırakabileceği belirlenmişti. Bunun gibi, bir annenin rahmindeki ortamın, fetusun gelişimini değiştirebileceği de bulunmuştu. Yeni bulgulardaki  şaşırtıcı olan şey ise, kişinin beslenme şekli, davranışı veya yaşadığı stresler gibi çevresel faktörlerin; kişide birtakım epigenetik değişiklikler meydana getirmesi ve bunların gelecek nesillere de aynı şekilde aktarılabiliyor olması. Basitçe ifade edersek ve ne kadar garip görünürse görünsün son bulgular, bugün yediğimiz şey ve içtiğimiz sigaranın, büyük – büyük torunlarımızın sağlığını ve davranışını etkileyebileceğine işaret etmektedir.

McGill Üniversitesinden Moshe Szyf, Genom ve Epigenom arasındaki farkı anlayabilmemiz için şöyle bir açıklama yapıyor: “Genom son derece statik bir yapıdır ve çok zor değişime uğrar. Nükleer patlama gibi çok uç etkilerle ya da hepimizin bildiği gibi binlerce yıl süren evrim yoluyla genomda değişiklikler meydana gelebilir.  Ancak öte yandan, her an değişen çok dinamik bir çevre içindeyiz. Ve çok dinamik çevreyle, çok statik genomun etkileşimi söz konusu. Tam bu noktada, çevremizdeki değişikliklere cevap vermemizi sağlayan, arada bir yapı var ki buna epigenom diyoruz.”   Moshe Szyf, “İnsanlar epigenetik kodunuz erken gelişim sırasında yerleştirildiğinde, bunun ömür boyu süreceğini düşünürlerdi” diyor. “Ama yaşam her zaman değişiyor ve DNA’nızı kontrol eden epigenetik kodun, onunla birlikte değiştiğimiz mekanizma olduğu meydana çıkıyor. Epigenetikler bize yaşamdaki küçük şeylerin büyük önemde etkisi olabileceğini anlatıyor.” Sayısız araştırmalar vasıtasıyla, Szyf kanserli tümörlerin oluşumunda da epigenetik faktörlerin bulunduğunu gösteren sonuçlar elde etti.

Tüm bu keşifler; genetik ve kişilik ile ilgili biyolojik ve soysal anlamda kesin olan şeylerin yeniden gözden geçirilmesi gereğini doğurmakta.  Bugüne kadar belirli beden şekillerinin, kişilik özelliklerinin ve hastalıkların, DNA’larımızda kayıtlı oldukları için, değiştirilemez kaderimiz olduğunu kabul etmiştik. Hatta bazı bilim adamları, genetik şifrenin zekâyı önceden belirlediğini ve yoksulluk, suç ve şiddeti içeren birçok sosyal rahatsızlıkların kökünde bu genetik şifrelerin olduğunu iddia etmektedir. Bugüne kadar “Kader olarak gen”,  geleneksel bilgelik haline gelmişti. Epigenetik’le ilgili araştırmaların  sonucunda bu fikrin geçersiz olduğu kanıtlanabilir. Bunun kanıtlanması, genetik mirasımız üzerinde kontrol önlemine sahip olduğumuzu gösteren, çok önemli bir buluş olacaktır.

Duke Universitesi, Tıp Merkezinden Randy Jirtle “Epigenetikler genomumuzun bütünlüğünün sorumluluğunu taşıdığımızı kanıtlıyor” görüşünde. “Daha önce, genler’in sonuçları önceden belirlediğini düşünüyorduk. Şimdi ise, yaptığımız her şeyin; yediğimiz her şeyin, gen ifademizi ve gelecek nesillerin gen ifadesini etkileyebileceğini görüyoruz. Epigenetikler, genetiklerle ilgili fikrimize özgür irade kavramını takdim ediyor.”

Epigenetik değişimlerin yumurta ve sperm üreten hücre bölünmesi işlemi sırasında kaybolduğuna ve sadece gen dizilişinin kaldığına inanılıyordu. Aslında, üreme hücrelerinin sonraki nesil için yanlışları silip temizlediği düşünülüyordu ancak durumun böyle olmadığını gösteren araştırmala sonuçları var.

McGill Üniversitesi’nde biyolog olan ve Szyf ile sık sık işbirliği yapan Michael Meaney, bazı epigenetik değişikliklerin annenin yeni doğmuş bebeğe olan fiziksel davranışı vasıtasıyla, doğumdan sonra başlatılabileceğini iddia etti. Meaney, farelerin besleyici davranışlarını baz alarak, anne farelerin iki türünü karşılaştırdı: doğumdan sonra sabırla yavrularını yalayan anne fareler ve yavrularını yüzüstü bırakan anne fareler. Yalanan yavrular göreli olarak cesur ve sakin büyüdüler. Yüzüstü bırakılan yavrular, yeni bir ortama yerleştirildiklerinde en karanlık köşeye endişeli bir şekilde ok gibi fırlayan kemirgen türüne büyüdüler.

Geleneksel olarak,bu fark iki türlü açıklanabilir; yavrular  genetik bir eğilimi miras aldılar. ya da bu davranışı annelerinden öğrendiler. Ancak sonuçlar  her iki görüşe de uymuyordu. Hem yalanmış hem de yalanmamış farelerin beyin dokuları analiz edildikten sonra, araştırmacılar her bir grubun hippocampus (beyindeki beyaz çıkıntı) hücrelerindeki bazı yapılarda belirgin farklılıklar buldular. İyice yalanan farelerin daha iyi gelişmiş olan hippocampusları vardı ve daha az kortizol stres hormonu salgılıyorlardı, bu ürkütüldüklerinde onları daha sakin yapıyordu. Tersine, yüzüstü bırakılan yavrular çok daha fazla kortizol salgılıyorlardı, daha az gelişmiş hippocampusları vardı ve ürkütüldüklerinde ya da yeni bir ortamda iken sinirli şekilde reaksiyon gösteriyorlardı. Basit bir anaç davranış vasıtasıyla, bu anne fareler yavrularının beyinlerini şekillendiriyordu. Sonuçların kalıtımsal aktarımdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını test etmek için, yavrularla anneler değiş tokuş edildi; az yalayan annelerin yavruları, çok yalayan annelere; çok yalayanlarınki de ilgisiz annelere verildi Sonuç yine aynı çıktı. İhmal edilen yavrular diğerlerinden bariz şekilde farklı oldular. Bu konuda diğer bir önemli bulgu da 2004 yılında genetikçi Michael Skinner’in çalışması sonucunda elde edildi. Skinner farelerdeki bu epigenetik etkinin, en az dört nesil devam ettiğini keşfetti.

Annenin davranışı yavrusunda epigenetik değişime tam olarak nasıl neden oluyor? Yalamak ve tımar etmek yavrunun beyninde serotonin salgılar, bu da hippocampus’ta serotonin alıcılarını aktive eder. Bu alıcılar, stres tepkilerini engelleyen geni açan proteinleri gönderir. Birbirini izleyen iki çalışmada, Meaney ve çalışma arkadaşları yetişkin farelerin beyinlerine bir ilaç enjekte ederek epigenetik sinyalleri tersine çevirebildiler. Aslında, iyi (ve kötü) ebeveynliğin etkisini ilaç kullanımı müdahalesi ile taklit edebildiler. (Kullandıkları ilaç, insanlarda ruhsal hali stabilize etmek için klinik olarak kullanılan bir  ilaca kimyasal olarak benzemektedir.)

Meaney aynı sonuçların insanlarda da geçerli olup olmadığını araştırmaya yöneldi ve bir grup yetişkinin manyetik rezonans görüntüleme beyin taramalarını inceledi. Soru formlarında anneleri ile zayıf ilişkileri olduğunu bildiren yetişkinlerin, ortalamadan önemli ölçüde küçük olan hippocampusa sahip oldukları bulundu. Ancak anneleriyle yakın ilişkileri olduğunu bildiren yetişkinler mükemmel derecede normal büyüklükte hippocampusa sahip olduklarını gösterdiler.

Epigenetik değişiklikler vasıtasıyla, genomlarımız anne babalarımızın, dede ve ninelerimizin, onların anne – babalarının ve belki de daha uzak atalarımızın ömürleri sırasında alınan çevresel sinyallerin anısı gibi bir şeyi alıkoyuyor, sürdürüyor. Şimdiye kadar, gelişmiş çalışmalar sadece kemirgenleri kapsadı. Ancak araştırmacılar epigenetik kalıtımın insanlarda da işbaşında olabileceğini öne süren pek çok kanıtı ortaya çıkarıyor.

Marcus Pembrey ve Lars Olov Bygren’in yürüttükleri ortak bir araştırma, iki-üç  nesil önce yaşanan kıtlığın anılarının, torunların yaşam sürelerini ve şekillerini etkilediğini göstermektedir. Bu etkinin epigenetik bir etki olup olmadığı henüz araştırılmamıştır ancak eldeki diğer araştırma bulgularına dayanarak, böyle bir çıkarsamada bulunmak mümkün olabilir.

Yetiştirmenin, büyütmenin etkisi inceleyen Michael Meaney, erken çocuklukta kurulması beklenen ebeveyn bağının yoksulluk, ayrılma ve sosyal mücadelenin etkileriyle zorlaştığını not ediyor. Bu faktörler direkt olarak çocukların bilişsel gelişimini kesinlikle etkileyebilir ve Epigenetik sinyal vasıtasıyla gelecek nesillerin gelişimini de risk altındadır.

Meaney, “Toplum yapısının bilişsel gelişimi nasıl etkilediğini konuşmaya başladığınız zaman, bu fikirlerin muhtemelen derin sonuçları vardır” diyor. “Sosyal ve ekonomik makro değişkenler arasındaki “neden – ve – etki”  ibrelerini çocuğun beyin seviyesine kadar çekmeye başlıyoruz. Bu bağlantı potansiyel olarak oldukça güçlüdür.”

Kaliforniya Üniversitesi’nde psikolog olan Lawrence Harper mizaç ve zeka dahil kişilik özelliklerinin geniş bir dizisinin epigenetik kalıtımdan etkilenebileceğini ileri sürüyor. Harper,  “Kötü beslenmeden sıkıntı çeken fakir insanların bir nesline sahipseniz, bu nüfusun bu zorluktan kurtulması ve tam potansiyeline erişmesi iki veya üç nesil sürebilir” diyor. “Epigenetik kalıtım nedeniyle, nüfusta yoksulluğun veya savaşın etkisinin yok olması birkaç nesil sürebilir.”

Tarihsel olarak, genetik bilimi sosyal politika tartışmaları ile pek bağdaşmadılar; dezavantajlı grupların – suçlular, fakirler, etnik olarak hiçe sayılanlar – durumlarının kader olarak DNA’ya bağlanması çok kolaydır. Ama artık bunu eskisi kadar yapmamız mümkün değil.  Epigenetik konusu belki de bugün içinde yaşadığımız ve yarın yaşamayı umduğumuz toplumu şekillendirmek için yeni ve güçlü bir dönüm noktası olabilir.

“Epigenetiklerin hikayesinin, sosyolojiyi ve politika bilimini nasıl anladığımıza dramatik etkisi olacak” diyor Szyf. “Çevrenin genomunuzu değiştirmede oynadığı bir rol varsa, o zaman sosyal süreçler ve biyolojik süreçler arasındaki uçuruma bir köprü kurduk. Bu her şeye bakışımızı değiştirecektir.” 13

1700’lerde, İtalyan bilim adamı Malacarne, nöronların aynen kaslar gibi egzersize tepki verdiğini öne sürerek, yeniliklerin, egzersizin, eğitimin ve dikkati isteyerek bir yere odaklamanın, beyindeki nöral ağın genişlemesini ve yeniden organize olmasını sağlayabildiğini gösteren bir dizi araştırma yapmıştı. O günden bu güne gelinen en son noktada,  epigenetikle ilgili keşiflerin bu bulguları da desteklediğini söyleyebiliriz.  Zihin-beden arasındaki iletişim, sinir sistemimiz yoluyla, neredeyse saliselerle ifade edebileceğimiz bir hızla gerçekleşir.  Hormonlar gibi moleküler bilgi taşıyıcıların, kan yoluyla bu iletişimi bütün bedene aktarmaları ise, yaklaşık bir dakika sürer. Bu sinyaller hücreler tarafından alındığında bir çoğu,  hücre çekirdeğine ulaşarak burada gen ifadesini “açarlar”. Genler, zihin-beden şifasını sağlayan proteinleri üretmesi için bir DNA kodunu açık hale getirir. Yeni, şaşırtıcı, beklenmeyen deneyimler, nöronlar arasında yeni bağlantıların kurulmasına ve dönüşümlere neden olan proteinlerin yapımında mihenk taşı olan bazı genlerin açılmasına neden olur. 1700’lerden bugüne gelindiğinde ise, bütün bu süreçte yapılmış olan araştırmaların sonucunda; psikoterapi, terapötik hipnoz ve benzer dönüştürücü çalışmaların, insanın gelişimini ve şifalanmasını kolaylaştırdığı yönünde oldukça fazla sayıda veri toplanmış durumda. İnsanın psikoterapi veya hipnoz yoluyla şifa bulması, bazı kişilere sihir gibi gelebilir ama bütün bunların ardında bügün, nörobilimin kolayca açıklayabildiği bir mekanizmanın bulunduğunu biliyor ve genlerimizle yaratıcı bir iletişim kurabildiğimizde, bu dönüşümlerin gerçekleştiğini gözlemleyebiliyoruz.

AİLE DİZİMİ VE GENLERİN SESİ

Bütün bu bilgiler ışığında, bir psikoterapi yöntemi olarak kullandığımız Aile Dizimlerinin, nasıl bu kadar güçlü bir dönüşüm sağlayabildiğini artık biraz daha kolay anlayabiliriz.  Dışarıdan izleyen birinin pek anlayamayacağı bu teknik, aslında tüm yukarıda saydığımız bulguların alanda canlı bir uygulamasıdır.

Dizimi yapılan danışan sorunuyla ilgili geniş resmi gördüğünde, sorunun nereden kaynaklandığıyla ilgili güçlü bir içgörü kazanır. Bazen sadece bu içgörü bile danışanın gerekli değişikliği yapabilmesi için yeterli bir tetikleyici olabilir. Bazen de grup liderinin desteğiyle, kendi aile sistemi içindeki tıkanıklıkların açılabilmesi için gerekli adımları, orada, çalışma sırasında temsilcilerle gerçekleştirir. Bu atılan adımların gücü varsa, sistemdeki rahatlama ve enerji akışı yoğun bir şekilde hissedilir, danışan kendi içinde bir şeylerin değiştiğini güçlü bir şekilde hisseder.  Sorunlar, daha önce anlatılmış olan örnek konu Toplama Kampı Sendromu gibi, “ruh”a damgasını vurmuş çok güçlü bir travma nedeniyle, atalardan aktarılan bir semptom olabilir. Ya da kişinin kendi yaşamındaki travmalardan aldığı yaralarla ilgili olabilir. Nedeni ne olursa olsun, yaşadığımız her sorun, daha doğrusu “acı” hissiyle algıladığımız her durum, ruhumuzda bir iz bırakıyor. Ve şimdi artık çok iyi biliyoruz ki, ruhumuz kendini biyolojimizle ifade ediyor. Danışanın biyolojisinde olan biteni, daha önce aktarılmış olan bilgilerin yardımıyla değerlendirirsek;  atalarının epigenomunu değiştiren savaş, kıtlık, sürgün, işkence, göç, tecavüz, sevilen kişilerin kaybı gibi travmatik durumlar,  bunların yarattığı çaresizlik, kaygı, korku, boşluk hissi, güvensizlik gibi duyguların danışana aktarılmasıyla sonuçlanmıştır. Danışan hiç farkında olmadan, hep bu duyguların yönlendirdiği davranış kalıplarını ve sorunları yaşamaktadır. Ya da kendi yaşamındaki bir ya da birkaç travma, danışanda yine benzer bir epigenetik değişikliğe yol açmış olabilir. Bu nedenle kişi, travma yaşantısını çağrıştırabilecek en ufak bir durumda, hiç farkında olmadan yine aynı duygusal reaksiyonları ve bunların oluşturduğu sorunlu davranış kalıplarını tekrar tekrar yaşıyor olabilir. Dizim sırasında, sorunun ana kaynağıyla derin bir bağ kurulduğu sırada yapılan uygun müdahale, aslında danışanda kapalı durumda olan bir gen ifadesinin açılmasını sağlıyor olabilir. Ya da hiçbir müdahale yapılmasa bile, alanın kendisi de bu gen açılmasını gerçekleştiriyor olabilir.  Sistem zaten doğal ve iyi haline geri dönmek istediği için, alandaki tüm uygun uyaranları, yani çevresel faktörleri kullanarak değişimi kendisi de başlatıyor olabilir. Yine yukarıda, sinyallerin hücre çekirdeğine ulaşımının çok kısa bir sürede gerçekleştiğinden bahsedilmişti. Gözlemlerimiz ve yapılan çalışmalar, ancak danışan olanı biteni yüreğiyle görüp, derin bir kabulle algıladığı zaman değişikliğin ve iyileşmenin başladığına işaret ediyor. İşte belki de bu yürekle görme ve kabul anı, sessiz genlerin açılmasını sağladığı için “ruh” özgür kalıyor ; yani kişi etkisi altında kalmış olduğu travmadan özgürleşerek yeni davranış biçimleri geliştirebiliyor.

14Aslında iyileşmenin “anda” gerçekleştiğini ama kişinin yaşamına yansımalarının zaman içinde, kişinin izin verdiği hız ve sürede görüldüğünü söyleyebiliriz.  Yine buradan baktığımızda, alandaki çoğu kişinin de danışanla birlikte niçin şifalandığını daha iyi anlayabilmek mümkün. Sonuçta, içinde yaşadığımız ortak enerji alanında herkes, kendi başına gelsin gelmesin, yaşanan travmalardan nasibini öyle ya da böyle almakta.  Siz bugüne kadar hiçbir travma yaşamamış dahi olsanız, ki bu pek olası değil, atalarınızın yaşadıklarının tüm bilgisi sizde kayıtlı. Dolayısıyla, zaten şu anda dünya üzerinde yaşayan herkes savaşların ve onların yol açtığı durumların mağdurudur diyebiliriz. İster danışanın kendi yaşamıyla, ister atalarıyla ilgili olsun, alanda ortaya çıkan konuların çok büyük bir kısmı, temsilcilerin de konusudur ve bu nedenle temsilciler de durumu yargısız ve sorgusuz, tamamen yürekle kabul ettiklerinde, onların da değişmeye başlaması kaçınılmaz olur. Onların sessizleşmiş genleri de açılır ve kendini ifade etmeye başlar. İşte bu nedenle, aile dizim yapılırken alanda tamamen yüreği açık, yargısız, düşünceden uzak bir şekilde durabilmek hem danışan hem de temsilciler için çok önemlidir  ama en çok da grup lideri için önemlidir, hatta grup lideri için bir zorunluluktur.  Çünkü katalizör olarak, grupta ve kişide değişimin başlamasını sağlayacak ortamı oluşturmak; sezgileri açık, bütünü kucaklayarak ve yürekte kalarak, niyetsiz bir şekilde akışın yolunu açmak, grup liderinin sorumluluğudur. Fark edileceği üzere, aile dizimi çalışmalarında ve aslında tüm psikoterapilerde ve yardım hizmetlerinde, kilit sözcük “yürek” ya da “kalp”tir. Her ne kadar yapılan çalışmalar hep “beyin” ve orada olup bitenlerle ilgili olsa da, kalbin enerjisinin, beyinden yayılan enerjiden çok daha güçlü olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, beyindeki bütün bu hareketi, zihnin değil kalbin tetiklediğini söylemek, çok da kabul edilemez bir iddia olmasa gerek.

SONUÇ

Başlarken, dünya’nın akıl sağlıyla ilgili ürkütücü rakamlardan bahsetmiş, ve Dünya Sağlık Örgütü’nün bu konudaki ileriye dönük gerçekçi-can sıkıcı tahminlerini aktarmıştım. Evet, dünya gerçekten şu anda büyük bir kaos içinde ve yeni travmalar üreten bir süreçten geçiyor. Tablonun sadece bu tarafına bakarsak, her şey umutsuzmuş gibi görünebilir ancak aslında, bütün bu karanlığın içinde yanan mumların ışığı son derece umut verici. Yapılan keşifler, hem ruhsal hem de fiziksel anlamda,  çok büyük bir hızla şifalanmamızı sağlayacak  nitelikte. Yeterince araştırma yapıldığında ve tüm çalışmalar bir araya geldiğinde, ki bunun kısa bir süre içinde gerçekleşeceğine inanıyorum, elimizde daha sağlam bilgilerle, gerçekten ne yapmamız gerektiğini bilerek hareket edebileceğiz.  Ancak şu anda her şey oldukça belirsiz görünüyor. Yine de bu bilgilerin hepsi,  ruh sağlığı alanında yardım etmeyi seçmiş olan bizler için de son derece değerli, heyecan verici ve yol gösterici.

 Yeni bilgiler yolumuzu açıp işimizi kolaylaştırıyor gibi görünüyor ama öte yandan daha da sorumlu hareket etmemiz gerektiğini de hatırlatıyor bize… Dizim yaparken, alanda ortaya çıkan bilgiyi nasıl kullanacağımız, nasıl dönüştüreceğimiz, hangi sessiz genin açılmasına destek vereceğimiz çok önemli. Bunu da zihnimizle yapmamız mümkün değil. Fenomenolojik alanda yeniden canlanan travmalarla ne yapmamız gerektiği konusunda çok uyanık ve bütünüyle yürekle hareket etmemiz gerekiyor.  Epigenetik bilgiler ışığında, ortaya çıkıp da dönüştürülmeyen olumsuz duyguların belki de daha çok geni susturuyor olması mümkündür. Dolayısıyla kaş yaparken göz çıkarmama adına, grup lideri olarak, hep merkezimizde kalarak, fenomenolojik bakışı koruyarak hareket etme zorunluluğumuzu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Tamamen ön yargısız, beklentisiz, anda çıkacakları yüreğimizle gözlemleyerek ve dönüşmesi gerekenlere yürek açıklığıyla destek vererek , biyolojiyle ruhun yeniden uyumla dansetmesine yardım edebiliriz.

15

KAYNAKÇA

Amerikan Psikiyatri Birliği, DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri. Çeviren: Ertuğrul Köroğlu. Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 2001

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 2008, 10 Kasım, Dünya Akıl Sağlığı raporu

www.pbs.org/wgbh/nova/genes (NOVA- Ghost in your Genes)

Genom;  Matt Ridley

. The New Neuroscience of Psychotherapy,Therapeutic Hypnosis and Rehabilitation: A   Creative Dialogue with our Genes; Ernest Lawrence Rossi, Ph.D., Kathryn Lane Rossi, Ph.D

. Sevginin Kökleri; Svagito Liebermeister

. Toplama Kampı Sendromu; Serol Teber

. İnsanın Anlam Arayışı; Viktor E. Frankl

Yorum bırakın